İlker Fatih Kıl & İrem Eroğlu
2022 yılı sonu 2023 başında, Kuzey Yarımkürede esecek soğuk rüzgârların enerji fiyatlarındaki kriz nedeniyle tüketicilerin cüzdanlarını olumsuz yönde etkileyeceğini şimdiden öngörebiliriz. Pandemi öncesi dünyada, iklim değişikliği ile mücadele kapsamında yenilenebilir enerji dönüşümü ve buna paralel olarak ivmelenen ulaşımın elektrifikasyonu gibi konular ön plandayken, Rusya-Ukrayna savaşının patlak vermesiyle beraber bilhassa Avrupa’da enerji fiyatları, arz güvenliğini de tehdit eder bir durum aldı! Bu anlamda Avrupa önemli. Zira Avrupa, ulus devletin doğuşundan günümüze kadar dünyanın izlediği yörüngenin başat aktörlerinden ve iklim değişikliği ile mücadele kapsamındaki 2050 net sıfır hedeflerinin lokomotifi durumunda. Merakları cezbeden husus ise, enerji krizinin iklim değişikliği ile mücadeleyi ve yenilenebilir enerji dönüşümünü nasıl etkileyeceği. Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında yaşanan gelişmeler neticesinde başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın enerji arz güvenliğine yönelik risklerin artmasının enerji üretim stratejilerini değiştirip değiştirmeyeceği. Ama bizim esas cevap aradığımız soru, Fukuşima sonrası şüpheyle yaklaşılan nükleer santrallerin rolünün krizden nasıl etkileneceği. Bu sorunun cevabı, Akkuyu Nükleer Santralinin inşaatının devam ettiği ülkemiz açısından da son derece kritik. Konuyla ilgili olarak New York Times teknoloji yazarlarından Farhad Manjoo[1]’nun Londra’da katıldığı bir nükleer enerji sempozyumundan izlenimlerini yansıttığı yazısını sizlerle paylaşıyoruz.
Nükleer Enerji Bugün Bile Pek Mantıklı Sayılmaz[2]
Ne zaman rüzgâr enerjisi, güneş enerjisi ve bataryaların maliyetlerindeki düşüş ve bunların potansiyelindeki yükseliş hakkında bir yazı kaleme alsam, nükleer enerjinin dünyanın enerji dönüşümünde fosil yakıtlardan elektriğe geçişte öncü bir rol oynaması gerektiğini savunan sosyal medya gurusu (!) çevreci aktivistlerin tepkilerine maruz kalıyorum. Nükleer enerji taraftarlarının en önemli argümanları ise, güneşin her zaman ışık saçmayacağı, rüzgârın her zaman esmeyeceği ama nükleer enerji santrallerinin gece gündüz, yağmur çamur demeden temiz enerji (carbon-free) üretebileceği. Bununla birlikte, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali, nükleer enerji karşıtı argümanları zayıflattı. Hakikaten, son on yılda nükleer santrallerinin çoğunu kapatan ve Rusya’ya doğal gaz boru hatları inşa eden Almanya, savaş nedeniyle büyük bir enerji kriziyle karşı karşıya kalmış durumda. Öyle ki, ülkede ışıkların açık kalabilmesi için eskisinden de fazla kömür yakılıyor.
Nükleer enerji karşıtı olmama rağmen, şüphelerim de yok değil ve bu hususta açık fikirli olmaya çalışıyorum. Bu nedenle geçen hafta nükleer enerji alanında en bilinen sivil toplum örgütlerinden Dünya Nükleer Birliği tarafından her yıl düzenlenen Sempozyuma katılmak üzere Londra’ya gittim. Nükleer enerjinin yarının dünyasına enerji sağlama potansiyeli konusunda fazlaca heyecanlı olan sektörden yöneticiler, analistler, lobiciler ve hükümet yetkililerini dinledim. Bence nükleer enerjinin hak ettiğinden daha kötü bir itibara sahip olduğu konusunda nükleer enerji savunucuları haklılar. Zira, fosil yakıtların yarattığı yıkım karşısında nükleer enerji; güvenilir ve temiz bir enerji kaynağı olduğu için oldukça masum kalıyor.
Konferansta, dünyanın önde gelen nükleer enerji üreticilerinden Amerikan Westinghouse’un CEO’su Patrick Fragman, “nükleer enerjinin tehlikeleri hususunda birçok ülkede kamuoyunun yıllardır beyinlerinin yıkandığını, bu olumsuz algının değiştirilmesi gerektiğini” ifade etti. Ancak, özellikle ABD ve Avrupa’da olduğu gibi, enerji talebinin artmadığı yerlerde, nükleer enerjiden elektrik üretiminin arttırılması gerektiği iddiasının, nükleer yatırımlarının diğer santral tiplerine nazaran yavaş ve pahalı olması gibi nedenlerden ötürü çok kuvvetli bir argüman olmadığını düşünüyorum. Kaldı ki, nükleer enerjinin karşılaşacağı önemli bir problem daha var: Batarya teknolojilerindeki gelişmeler ve elektrik depolama fiyatlarındaki hızlı düşüş. Dolayısıyla, nükleer enerji yatırımlarının önümüzdeki günlerde; daha ucuz, daha esnek ve daha hızlı hayata geçirilebilen diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının arkasında kalma ihtimali yüksek.
Uzmanlar, Paris Anlaşması’nda belirlenen hedefine ulaşmak için, küresel karbon emisyonlarını 2050 yılına kadar net sıfıra indirmemiz gerektiğini ifade ediyor. Bu kapsamda, iklim değişikliği ile mücadeleden kaynaklı enerji talebine nükleer enerji ile karşılık vermeye çalışmak, bir koalayı yangın söndürmeye çağırmaktan farksız. Çünkü, 2011-2020 yılları arasında dünya genelinde hizmete giren 63 nükleer reaktörün inşası ortalama 10 yıl sürmesine rağmen, bir yıldan daha kısa sürede kurulabilen güneş ve rüzgâr santrallerinden sadece 2020 ve 2021 yıllarında 464 GW üretim kapasitesi elde edildi. Bu rakam bugün dünyada faaliyet gösteren tüm nükleer santrallerin üretebileceği enerjiden daha fazlasına tekabül ediyor!
Diğer yandan nükleer enerji sektöründe, yatırım planlarındaki gecikmeler ve planlana maliyetlerdeki artışlar aşina olduğumuz diğer problemler. Örneğin, ABD’de halihazırda yapım aşamasındaki tek nükleer santral olan Georgia’daki Plant Vogtle elektrik santralindeki bir Westinghouse projesinin maliyeti 14 milyar dolar olarak öngörülmüş ve inşaatına 2013 yılında başlanarak 2017’de bitirilmesi planlanmıştı. Ancak, inşaat halen devam ediyor ve proje bütçesi başlangıçta öngörülen maliyetin iki katından fazla artarak 28 milyar doları aştı. Keza, 2017 yılında Güney Carolina’da iki adet reaktörün inşası, 11,5 milyar dolara mâl olacakları öngörülmüşken 25 milyar doları aştığı için projelerin iptal edilmesine karar verildi. Üstüne üstlük, tüm bu inşa süresinden sonra ortaya çok pahalı bir enerji kaynağı çıkıyor. Nükleer enerjinin minimum fiyatı -“seviyelendirilmiş maliyet” (levelised cost)- MW başına yaklaşık 131 dolara mâl oluyor. Bu fiyat doğal gaz ve kömürden üretilen elektriğin en az iki katı, rüzgar ve güneş santrallerinin ise dört katı. Ayrıca, tüm bu hesaplamalara Japonya’da 2011 yılında yaşanan Fukuşima felaketi sonucunda, bir trilyon dolara yakın telafi maliyetleri gibi nükleer kazaların maliyetleri de eklendiğinde nükleer enerjinin son derece maliyetli bir enerji olduğu ortaya çıkmaktadır.
Diğer yandan, nükleer enerjiyi savunanlar bu sorunların çözülemeyecek sorunlar olmadığını ileri sürüyorlar. Nitekim konferansta, Dünya Nükleer Birliği Başkanı Sama Bilbao y Léon, “Nükleer santral yapımında başarılı olmanın en iyi yolu nükleer santral inşa etmektir” şeklindeki açıklamasıyla ve bir başka yönetici John Kotek, ABD Donanması’nın nükleer enerjiyle çalışan denizaltıları ve uçak gemilerini birkaç yıl içinde inşa edebildiğine dikkat çekerek, küçük reaktörler için hızlı inşa sürelerinin mümkün olabileceğini öne sürüyor. Bunun yanında , küçük, gelişmiş ve kaza ihtimali daha az olan reaktörler inşa edilmesini sağlayacak düzenlemeler ile maliyetlerin ve inşaat sürelerinin düşürülebileceği belirtiliyor. Ancak sektör temsilcileri tarafından küçük reaktörler çokça övülse de, bunun henüz çok yeni ve büyük oranda denenmemiş bir teknoloji olduğunu belirtmek gerek.
Buna karşılık, Stanford’da inşaat ve çevre mühendisliği alanında çalışan ve uzun süredir yenilenebilir enerjiyi savunduğu bilinen Mark Jacobson, yenilenebilir enerji teknolojilerindeki ilerlemelerin nükleer enerjinin önünü keseceğini savunan birkaç araştırmacıdan biri. 2015’te yayımladığı bir makalede dünyanın tüm enerji ihtiyacını yalnızca yenilenebilir enerji ile karşılayabileceğini savunan Jacobson rüzgâr ve güneş enerjisinin maliyetler açısından giderek daha iyi hale geldiği günümüzde nükleer enerji üzerine bahis oynamanın pek de mantıklı olmadığını ileri sürüyor. Ayrıca, nükleere yapılan her yeni yatırım, emisyonları hızlıca azaltabilecek nitelikteki yenilenebilir projelere yapılmayan yatırımlar anlamına geldiğini ifade ederek “fırsat maliyetine” dikkat çekiyor. Bahse konu fırsat maliyeti, özellikle batarya teknolojilerindeki hızlı ilerlemeler neticesinde, yenilenebilir enerji kaynaklarından elektrik üretiminin temel zafiyetlerinden birisi olan kesintili üretimden kaynaklanan olumsuzlukların bertaraf edilmesi durumunda daha da yüksek olacak. Nitekim, lityum-iyon bataryaların fiyatı, piyasaya sürüldükleri 1991 yılından günümüze yaklaşık %97 oranında düştü ve daha da düşmesi öngörülüyor.
Öte yandan, Uluslararası Enerji Ajansı (“IEA”) net sıfır hedeflerine ulaşılabilmesi için nükleer kapasitenin 2050 yılına kadar iki katına çıkması gerektiğini ve bu büyümenin üçte ikisinin gelişmekte olan ekonomilerde gerçekleşeceğini öngörüyor. IEA bu öngörüsüne rağmen nükleerin 2050’de küresel elektriğin yüzde 10’undan daha azına katkıda bulunacağını ve aynı dönemde yenilenebilir enerji üretiminin sekiz kat artarak 2050’de elektrik enerjisinin yüzde 90’ını oluşturacağını tahmin ediyor.
Yukarıda yapılan açıklamalarda da görüldüğü üzere, nükleer enerjinin karşılaştığı sorunlar nükleer santralleri piyasa dışına itmiyor. Aksine mevcut nükleer santraller, güneş ve rüzgâr enerjisinden kaynaklı enerji üretiminin arttığı günümüzde, kaynak çeşitliliği bakımından oldukça değerli. Ayrıca Çin, Hindistan ve enerji talebinin arttığı diğer bölgelerde yeni nükleer santraller önemini koruyacak ve hatta, küçük ve gelişmiş reaktör modelleri başarılı olursa bunların da sayılarının artması beklenebilir. Buna rağmen nükleerin, enerji üretiminde ön plana çıkması pek olası görünmüyor ve hatta elektrik üretimindeki payının zaman içinde düşmesi oldukça muhtemel. Zira, nükleer enerjinin önünde yukarıda da değindiğimiz üzere birçok engel var. Örneğin, ben Londra’ya inerken uluslararası enerji otoriteleri Ukrayna’nın, Rus birlikleri tarafından bombalanan Zaporizhzhia nükleer santralinin güvenliğini sağlamak için acil durum planları yapmaktaydı. Güney Kore’de Kori nükleer enerji santralinin işletmecileri büyük bir tayfun beklentisiyle üretimi durdurmuşlardı. Keza, elektriğinin yaklaşık %70’ini nükleer enerjiden sağlayan Fransa’da bu yaz, nükleer santraller, sıcak havanın etkisiyle reaktörlerin soğutulmasında kullanılan nehir suyunun sıcaklığı arttığı için üretimi durdurmak zorunda kalmıştı. Public Citizen adlı örgütün enerji programı direktörü Tyson Slocum, “nükleer enerjinin bir zamanlar inanılmaz bir sıfır emisyon kaynağı olduğunu, ancak, günümüz enerji sistemlerinin birçoğu için o günlerin geride kaldığını” belirterek meseleyi güzelce özetliyor.
[1] Farhad Manjoo, Güney Afrika doğumlu, eşi ve iki çocuğuyla birlikte Kuzey Kaliforniya’da yaşayan bir köşe yazarıdır. Manjoo; Slate, Salon, Fast Company ve The Wall Street Journal’ın ardından 2018 yılında New York Times’da köşe yazarı olmuştur ve 2008’de yayınlanan “True Enough: Learning to Live in a Post-Fact World” isminde bir kitabı bulunmaktadır. Times’da teknoloji, kültür, politika gibi pek çok konuda düşünce yazıları yazmakta ve yazılarında genellikle gelecekte toplumu bekleyen problemler üzerine yoğunlaşmaktadır.
[2] Farhad Manjoo’nun New York Times gazetesinde 16.09.2022 tarihinde yayımlanan yazısının çevirisidir.