Y. Sertaç Serter & Cansu Peker
Ekibimizin çok sevdiğimiz akademisyen üyesi, ekonomi doçenti Emin Hoca’mızın ekibimizin rekabet ve regülasyon konularına ilişkin yürüttüğü işlerine ekonomik analizleriyle verdiği değerli katkının bizler elbette farkındayız. Ancak Chicago Üniversitesi Booth School of Business’te akademisyen olan Dennis W. Carlton ve Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabet otoriteleri olan Federal Trade Commission (“FTC”) ve Department of Justice’ten (“DOJ”) emekli ve doktoralı bir ekonomist olan Ken Heyer’in Revolution in Antitrust: An Assessment başlıklı makalesini okuyunca, ekonomik analizin, rekabet (ve regülasyon) alanlarındaki önemini, anılan makale ışığında vurgulayalım istedik.
Makalenin başlığından anlaşılacağı üzere, makalenin yazarları Carlton ve Heyer, rekabet alanındaki bir devrimden bahsediyorlar ve bu devrim, yazarlara göre, ekonomiyi, ekonomik analizi rekabetle buluşturmak. Böyle özetlenebilecek olmakla birlikte, yazarlar, esasen iki devrimin söz konusu olduğunu söylüyor. İlki, ekonomiyi, pazar yapısını ve firma davranışlarını anlamak amacıyla kullanmak ve ikincisi ise, rekabet otoriteleri ve mahkemeler tarafından bu ekonomik araştırmalardan elde edilen kanıtların gittikçe artan şekilde kabul edilmeye başlanması. (s. 2)[1]
Yazarlara göre, ekonominin rekabet alanında kullanılması sürecinde bazı dönüm noktaları bulunmakta. Yazarlar, dönüm noktası niteliğindeki bu gelişmeleri, 1969 senesi öncesinde ve sonrasında gerçekleşenler olarak ikiye ayırıyor[2]. Bunlardan ilki, 1969 senesi öncesinde, fiyat teorisinin (“price theory”) ve uygulamasının rekabet hukuku uyuşmazlıklarında kullanılması. Makalede, bu dönemde ekonominin rekabet uyuşmazlıklarında kullanılmaya başlanmasıyla, mahkemelerin ekonomik hatalar yaptığı, rakiplere verilen zararın rekabete verilen zararla sıklıkla karıştırılmış olduğunun ortaya çıktığı söyleniyor. Yine bu dönemde, ekonominin rekabet uyuşmazlıklarında kullanılmasını konu alan makaleler de yazılmaya başlanıyor ve bu makalelerde, ekonomik teori kullanılarak, bağlama veya yeniden satış fiyatının tespiti gibi ihlal iddialarının esasen ya hiç gerçekleşmemiş olduğu ya da söz konusu davranışların ekonomik etkinlikle ve tüketicilerin yararına olacak şekilde sonuçlandığı ortaya konuyor. Bununla birlikte, yine aynı dönemde, temel rekabet doktrininin “büyük kötüdür” (“big is bad”) olarak özetlenebileceği ve teşebbüslerin diğer teşebbüsler üzerinde uyguladığı her türlü sınırlamanın çoğunlukla rekabeti azaltan pazar gücü uygulaması niteliğinde algılandığı da belirtiliyor. Keza bu dönemde, mahkemelerce, günümüz standartlarında rekabet ihlali şüphesi yaratmayacak derecede düşük olan % 5’lik veya % 7,5’luk hisse devirlerinin dahi engellendiği görülebiliyor. (s. 3, 4)
Makaleye göre, 1969 senesi sonrasında, fiyat teorisine ek olarak rekabet hukukunu etkileyen bir diğer önemli ekonomik anlayışın yaratıcısı olarak Harold Demsetz’i görüyoruz. Demsetz’e göre, en etkin teşebbüs, yoğunlaşmayı artıracak şekilde pazarda büyüyebilir ancak aynı zamanda maliyetler ve fiyatlar düşebilir ve verim artabilir. Bu anlayış, o zamana kadar kabul gören, yoğunlaşmanın artmasıyla fiyatların yükseleceğini ve verimin düşeceğini öngören SCP (structure-conduct-performance / yapı-davranış-performans) yaklaşımının tam tersini teşkil ediyor. Makale, sonraki araştırmaların da salt yoğunlaşmayı dikkate almanın ciddi anlamda yanıltıcı olabileceğini gösterdiğini belirtiyor. (s. 5)
1969 sonrası bir diğer temel gelişme ise, makaleye göre, Richard A. Posner’in Antitrust Law: An Economic Perspective ve Robert H. Bork’un The Antitrust Paradox başlıklı eserlerinin yayımlanmaları. Rekabete ekonomik yaklaşımı; avukatların, hakimlerin ve ekonomist olmayan başkalarının dikkatine sunan bu eserlerin en önemli başarılarından biri, rekabet hukukunu bugünkü konumuna, daha açık ifadeyle, yalnızca tüketici refahı kavramına odaklanan bir politikaya dönüştürmesine verdikleri katkı. Anılan eserlerden sonra rekabet politikasının odak noktası artık küçük teşebbüslerin korunması veya rakiplerin zorunlu unsurlara erişimi değil, tüketici refahı. Keza makaleye göre, tüketici refahı standardı, büyük ölçüde Posner’in ve Bork’un eserleri sayesinde, rekabet hukuku çevrelerince ve mahkemelerce geniş çapta benimsenmeye ve uygulanmaya başlıyor. (s. 5, 6)
Makale, ayrıca, rekabet politikasını dönüştüren son önemli unsurun, bugünkü modern düzenleyici etki analizinin atası olan maliyet-fayda analizi olduğunu belirtiyor. Buna göre, kesin olarak doğru olacağı hiçbir zaman varsayılamayacak kararlar alınırken, bu kararların muhtemel maliyetleri ve faydaları dikkate alınmalı. Örneğin, verimlilik artırıcı bir uygulamanın hatalı bir şekilde yasaklanıyor olması, bu uygulamanın benimsenmesini ilelebet önleyebilir ve bu hata ciddi anlamda zarara sebep olabilir. Dolayısıyla bu durumda yapılması gereken, nispeten hoşgörülü rekabet politikaları benimsemek olacaktır. Bununla birlikte, şayet piyasa aksaklıklarının kendiliğinden hızlıca düzelmeyeceği ve bu durumun pazar gücünü artıracağı öngörülüyorsa, daha saldırgan rekabet politikaları uygulanabilir. (s. 6)
Ekonomik analizin rekabet hukukuna uygulanması ve bu vesileyle elde edilen bulguların delil olarak kabul edilmeye başlanmasıyla rekabet otoritelerinin ekonomist istihdam etmeye yöneldikleri bir gerçek. Makaleye göre FTC ve DOJ, on yıllardır tam zamanlı çalışan düzinelerce doktora dereceli ekonomist istihdam ediyor. Bununla birlikte, ekonominin rekabet hukukuna uygulanması yalnızca rekabet otoritelerinde ekonomist istihdamına yol açmakla kalmıyor, aynı zamanda, çoğunlukla akademisyenlerle birlikte çalışan ekonomik danışmanlık firmalarının oluşturduğu, gittikçe büyüyen bir sektörü de ortaya çıkarıyor. Gerçekten, Compass Lexecon, Charles River Associates, Analysis Group gibi firmalar yüzlerce ekonomist istihdam ediyorlar ve bu sayı günden güne artıyor. Öyle ki, makaleye göre, anılan ekonomik danışmanlık firmalarının ilk beşinin 2006’da istihdam ettiği ekonomist sayısı yaklaşık 700 iken bu sayı 2020’de 1300 civarında. (s. 9)
Makale, gerek ekonomik danışmanlık firmalarının gerekse rekabet otoritelerinin istihdam ettikleri ekonomistlerin sayısının artmasının, rekabet devriminin ekonomik analizi ön plana çıkardığının güçlü bir kanıtı olduğunu belirtiyor. Buna karşın, sorulması gereken kimi önemli sorular da cevaplarını bekliyor. Bunlardan biri, rekabet hukukunda kullanılan ekonomik analizin, savunmaya yarayacak şekilde dikkatlice seçilen veriye dayanan, taraflı ampirik sonuçların yer aldığı bir çalışmadan ziyade bilimsel bir geçerliliği haiz olup olmadığı. İkincisi ise, ekonomi bilimsel bir disiplinse, son derece iyi eğitimli ekonomistlerin aynı uyuşmazlıkta nasıl birbirlerinden son derece farklı sonuçlara ulaşabildikleri. (s. 9, 10)
Makalenin yazarları, tecrübelerine göre, savunmaya yarayacak şekilde dikkatlice seçilen veriye dayanan, taraflı ampirik sonuçların yer aldığı kimi ekonomik analizlerin mevcudiyetini yadsıyamayacaklarını, bununla birlikte, ekonomik danışmanların üzerindeki denetimin, örneğin akademisyenler üzerinde olan denetime kıyasla çok daha fazla olduğunu vurguluyorlar. Gerçekten, makalenin yazarlarına göre, uzmanlar, ekonomik analizlerinin diğer tarafça doğruluk ve sağlamlık bakımından son derece dikkatli biçimde kontrol edileceğine emin olmalılar. Bu açıdan bakıldığında, akademik makaleler bu kadar detaylı biçimde denetlenmiyor. (s. 10)
Bununla birlikte, yazarlar, iki ekonomistin aynı mesele hakkında birbirinden tamamen farklı sonuçlara varabildiğinin sıklıkla görüldüğünü belirtiyorlar. Farklı düşünen bu ekonomistler birbirlerinin çalışmalarını eleştirebilirler fakat bu tartışmalar, ekonomist olmayan entelektüel kişilerin ve hakimlerin de yetkinliklerini çok muhtemelen aşacaktır. Peki ekonomistler arasındaki bu fikir ayrılığının nedeni ne olabilir? (s. 10)
Makalenin yazarlarına göre, bunun nedenlerinden biri, örneğin bir birleşme simülasyonu söz konusu olduğunda, her uzman aynı modelleme tekniğini kullanıyor olsa da modeldeki değişkenler bakımından uzmanların farklı varsayımlar kullanıyor olmaları. Örneğin, uzmanlardan birinin müşterisi, mühendislerin marjinal maliyetlerde yüzde yirmi beş tasarruf öngördüğünü söyleyebilir. Buna mukabil, başka mühendisler diğer uzmana böyle bir tasarruf olmayacağını söylemiş olabilir. (s. 10)
Ekonomi uzmanlarının farklı düşüncede olmalarının bir diğer nedeni, makaleye göre, uzmanların piyasanın çalışma şekline ya da örneğin bir birleşmeye izin verilmesi veya verilmemesiyle ortaya çıkacak yarara ya da zarara ilişkin güçlü kanılarının olması. (s. 10)
Peki ekonomi uzmanlarının aynı mesele hakkında farklı sonuca varmaları durumunda, hakimlerin veya jürinin bu farklılıkları değerlendirebilip hangi uzmanın haklı olduğuna karar verebilmeleri için ne yapılabilir? Makaleye göre, bağımsız bir ekonomistin hakimlere veya jüriye yardımcı olması amacıyla atanması, anılan meselenin bir çıkış yolu olabilir. Zira atanan bağımsız uzman, hakimlere veya jüriye, aradaki farklılığın nedenlerini açıklayabilir. Örneğin, uzmanlar farklı varsayımlardan hareketle farklı sonuçlara varmışlarsa, bağımsız uzman bunu ortaya çıkarabilir ve hangi varsayımların daha makul olduğu konusunda kendi fikirlerini paylaşabilir. Yine, uzmanlardan birinin güncel veriyi kullanmasına rağmen diğerinin eski veriyi kullanması durumunda, bağımsız uzman bu durumu açıklığa kavuşturabilir. Bununla birlikte, bağımsız uzmanların atanması, sürecin adilliğine ilişkin tartışmalara yol açabilir. Zira örneğin iki tarafın da, kendi ön yargıları veya kusurları olabilecek bağımsız uzmanı çapraz sorgulama olanağı olmayabilir. (s. 11)
Makaleye göre, farklılaşan uzman görüşlerine yönelik bir başka çözüm de hâkim önünde uzmanların birbirlerini çapraz sorgulamalarına imkân vermek olabilir. Böylelikle, uzmanlar, hâkimin ve diğer uzmanın sorularını cevaplayabilir. Hakimler, doktoralı ekonomistler olmasalar da derinlemesine sorularıyla ve rakip ekonomistlerin sorularıyla ekonomistlerin niçin farklı görüşlere ulaştıkları ortaya çıkabilir. (s. 11)
Makalenin yazarları, rekabet devriminin politika belirleyicilere önemli bir mesajının daha olduğunu ifade ediyorlar. Buna göre, politika belirleyiciler, yalnızca tüketici refahına odaklanmalılar ve rekabet hukukunu, kamu yararına olsa da başka amaçlara ulaşmak amacıyla kullanmamalılar. Yazarlara göre, rekabet kuralları, iyi niyetle de olsa başka amaçlarla kullanılırsa, faydadan çok zarara sebep olur. (s. 18, 19)
Örneğin, çevreyi kirleten iki üretici birleşmek niyetindeyse, bu olası birleşmenin rekabeti sınırlayıcı etkilerini fark eden rekabet otoritesinin ve mahkemelerin, birleşme sonucunda ortaya çıkacak rekabeti sınırlayıcı fiyat artışına rağmen çevre kirliliğinin azalacağı öngörüsüyle bu birleşmeye engel olmamaları doğru bir politika değil. Çevre kirliliğinin önlenmesi amacı her ne kadar kamu yararına olsa da anılan yaklaşım, makalenin yazarlarına göre, öngörülemez ve oldukça subjektif rekabet hukuku uygulamalarına neden olur. Zira çevre kirliliğini azaltma amacıyla tüketici refahını koruma amacının nasıl dengelenebileceği muğlaktır. Keza rekabet ekonomistlerinin, çevre kirliliğinin sağlık üzerindeki etkileri konusundaki bilgisinin güvenirliği de elbette sorgulanabilir. Dolayısıyla çevre kirliliğinin önlenmesi ve kamuya yararlı başka amaçlar elbette önemlidir ancak bunların rekabet kuralları kullanılarak değil, bu amaca özgü devlet politikalarıyla çözüme kavuşturulmaları gerekiyor. (s. 19)
Yazarlar, her ne kadar rekabet kurallarının daha çok geliştirilebileceğini kabul etseler de rekabet devriminin başarıya ulaştığı kanısında olduklarını ifade ediyorlar (s. 11). Bu başarı, makalede; karteller, fiyat ayrımcılığı, birleşmeler gibi alt başlıklar altında incelenmekle birlikte(s. 12 ila 14), örneğin, dikey birleşmelerin rekabet otoritelerinin radarlarına daha az giriyor olması, anılan devrimin bir sonucu olarak gösterilebilir (s. 7). Keza 1961 ila 1970 arasında Amerika Birleşik Devletleri’nde yirmi yedi dikey birleşme rekabet otoritelerinin radarına takılmışken, bu sayı 1971 ila 1980 arasında sadece iki (s. 7). Zira ekonomik analizin rekabet alanında kullanılmasıyla, dikey birleşmelerin rekabeti sınırlamak bir yana, tüketici refahını artıran sonuçlar doğurabileceği artık görülebiliyor.
Makalenin yazarlarının, rekabet hukukuna ek olarak kısaca regülasyon konusuna da değindiğini görüyoruz. Buna göre, regülasyon, elbette verimliliği artırabilir ancak regülasyonun her türlü piyasa aksaklığını düzeltmek için her durumda rekabet kurallarına ikame edilecek bir araç olarak benimsenebilmesi de mümkün değil (s. 6, 7). Keza birçok araştırma, regülasyonun maliyeti yüksek etkinsizliklere yol açtığını doğruluyor (s. 19). Bu durum, makalenin yazarlarına göre, hızlı değişen sektörlerde regülasyonun inovasyonu engellediği gerçeği karşısında özellikle dikkate alınmalı (s. 19). Tanıtmaya çalıştığımız bu ilgi çekici makalenin tamamını okumak isteyenler için makalenin bir kopyasını ekliyoruz.
[1] Makalenin ilgili sayfaları referans gösterilirken “sayfa” kelimesi, “s.” olarak kısaltılmıştır.
[2] Yazarlar 1969 senesini kısmen keyfice seçtiklerini ancak DOJ’nin ilk resmi Birleşme Kılavuzu’nu 1968 senesinde yayımladığını ve bu Birleşme Kılavuzu’nun 1969 tarihli Stigler Raporu’yla zıt yönde olduğunu ve bu nedenle düşünce biçiminde bir ayrım teşkil ettiğini ifade ediyorlar (s. 2,3).