Rekabet ve regülasyon bloğumuzda uzun senelerdir uluslararası ticaretin regülasyonuna dair hem ülkemizde hem de dünyada yaşanan gelişmeleri sizlere aktarıyoruz. Sizin de gözlemlediğiniz üzere son dönemlerde yazılarımız aralıkları dünyada her gün yaşanan gelişmeler nedeniyle sıklaşmaya başladı. Tarihin hiçbir noktasında uluslararası ticaret kurallarının bu denli tartışıldığı ve ihlal edildiği bir dönem olmadığını değerlendiriyoruz. Özellikle Çin’in dünyadaki ticaret taşlarını yerinden oynatması, Donald Trump’ın ABD başkanlığına seçilmesi, Brexit ve her gün imzalanan serbest ticaret anlaşmaları gibi birçok sebeple dünya ticaretinin dinamikleri esaslı olarak değişiyor. Öte yandan, uluslararası ticaret kurallarının yerindeliği ve işlevselliği ise her geçen gün tartışma konusu oluyor. Ülkemiz ise şu an uluslararası arenada hiç olmadığı kadar aktif durumda. Türkiye’nin Dünya Ticaret Örgütü (“DTÖ”) nezdinde hâlihazırda Türkiye’nin tarafı olduğu altı uyuşmazlık bulunmakta ve 1995 yılından bugüne kadar toplam sayının 17 olduğu düşünülecek olursa dünya ticaretindeki uyuşmazlıkların ne denli arttığı gözlemlenebilecektir[1].
Dünyadaki tüm bu gelişmeler ışığında ülkemizin ve ülkemizde faaliyet gösteren şirketlerin ilerleyen dönemde hiç olmadığı kadar etkileneceğini öngörmekteyiz. Öte yandan, ülkemizde uluslararası ticaret kurallarının bilincinin yüksek olmadığını gözlemliyoruz. Bir başka deyişle, birçok kişinin haberlerde okudukları ekstra gümrük vergilerinin bir şirketin talebi üzerine geldiğini ya da DTÖ nezdinde açılan davaların kendi şirketlerinin operasyonlarını ciddi şekilde etkileyeceğinin tam olarak bilincinde olmadığı düşünüyoruz. Tam da bu sebeple uluslararası ticaret hukukunu enine boyuna ele alacak yeni bir yazı dizisi başlatma kararı aldık. Bu kapsamda, ilk olarak şirketlerin doğrudan taraf olup, şikâyet dilekçeleri yazarak soruşturma açılmasını sağlayabilecekleri ya da kendilerine karşı açılan soruşturmalarda savunma yapabilecekleri ticaret politikası savunma araçlarına değineceğiz. Daha sonra ise DTÖ’nün temel taşlarını ve anlaşmalarını ele alacağız. Bu kapsamda, ilkyazımızda şirketlerin operasyonları doğrudan etkileyen devlet teşviklerini ele alacağız. Bir sonraki yazılarımız ise damping ve korunma önlemleri…
Teşvikler ve Telafi Edici Vergiler
Ülkemiz de dahil olmak üzere dünya üzerinde tüm devletler kamu politikaları ışığında çeşitli sektörlerin gelişmesi için fonlar yaratmakta, vergi kesintileri sağlamakla ve şirketlere doğrudan ya da dolaylı olarak kaynak aktarmaktadır. Elbette her egemen devlet kendi kamu politikasını kendisi belirleyecektir fakat DTÖ üyesi devletler bu egemenliklerini altına imza attıkları Teşvikler ve Telafi Edici Önlemler Anlaşması (Agreement on Subsidies And Countervailing Measures “ASCM”) kısıtlamalar getirmektedir. ASCM temel olarak DTÖ üyelerinin kendi kaynaklarını şirketlere aktararak ticaret dinamiklerine zarar vermelerini önlemek amacıyla oluşturulmuştur. ASCM esasında kaynağını Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması’nın (General Agreement on Tariffs and Trade 1994 “GATT”) XVI. maddesinin ve Tokyo Teşvikler Yasası ile getirilen kuralları geliştirmekte ve güçlendirmektedir. Bu kapsamda, ASCM’in getirdiği düzenlemeleri ortaya koymak adına bölüm altında sırasıyla teşvik türlerine, yasaklama türlerine, telafi edici vergilere ve son olarak ise Türkiye’deki uygulamaya değinilecektir.
Teşvik Nedir?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, birçok DTÖ anlaşmasında tanımlar çok geniş yapılmakta devletlerin anlaşmaları ihlal etmek adına yaratacakları yaratıcı çözümlerin önüne geçilmek hedeflenmektedir. Fakat, uluslararası ticaret camiasında en çok müzakereye konu olmuş ASCM kapsamında hangi durumlarda teşvik olacağı çok net bir şekilde ortaya koyulmuş durumdadır. Fakat teşviklerin hangi durum altında var olacağına geçmeden önce bir hususu belirtmekte yarar görüyoruz. ASCM altında bir DTÖ üyesi tarafından teşvik sağlandığı belirlense bile söz konusu durum altında teşvik ihlal olarak değerlendirilmeyebilir. İlerleyen bölümlerde de bahsedileceği üzere teşviklerin ihlal teşkil etmesi için çeşitli koşulların varlığı aranmaktadır. Bir başka deyişle, metodolojik olarak analiz öncelikle teşvikin olup olmadığı üzerine odaklanmakta daha sonra ise teşvikin ihlal oluşturup oluşturmadığının değerlendirmesi yapılmaktadır.
Teşviklere geçmek gerekirse, ASCM’in 1. maddesi üç hususun bulunması halinde teşvikin var olduğu kabul etmektedir. Bu kapsamda;
- Devlet ya da kamu otoriteleri tarafından,
- Bir finansal katkı veriliyor ve
- fayda sağlanıyor ise teşvik ortaya çıkmaktadır.
Bu kapsamda ilk olarak değerlendirilmesi gereken husus devletin ya da kamu erkinin varlığıdır. Şayet finansal katkının özel şahıslar tarafından veriliyor olması ASCM kapsamında bir teşvik teşkil etmeyecektir. Elbette teşvikler her zaman doğrudan devletler tarafından verilmemekte ve devlet tarafından kontrol edilen yapılar tarafından da verilmektedir. DTÖ temyiz organı kararlarında ise bu husus kamu gücünün bahse konu kamu kuruluşuna devredilip devredilmediğine bakılarak analiz edilmektedir[2]. Fakat söz konusu kamu gücünün doğrudan kullanıyor olması da aranmaktadır. Örneğin Türkiye’nin son dönemde taraf olduğu OYAK, Erdemir ve İsdemir’i konu alan panel kararında, OYAK’ın yönetim kurulu üyelerinin devlet tarafından atanıyor olmasının Erdemir ve İsdemir’e OYAK tarafından sağlanan imkânların kamu otoritesi tarafında verildiği anlamına gelmediği değerlendirilmiştir[3].
İkinci olarak değerlendirilmesi gereken husus ise finansal bir katkının var olup olmadığıdır. Bu noktada belirtmek gerekir ki ASCM altında finansal katkı çeşitleri sınırlı sayıda sayılmaktadır. Bu doğrultuda finansal katkı:
- Kamu uygulamaları aracılığı ile doğrudan fon aktarımı (hibeler, krediler sermaye aktarımı), doğrudan fon aktarma potansiyeli veya borç üstlenmeler (kredi kefaleti);
- Devlet tarafından alınması gereken bir gelirden vazgeçilmesi veya toplanmaması (vergi indirimleri);
- Devlet tarafından genel altyapı haricinde mal veya hizmet sağlanması veya mal satın alınması;
- Devlet tarafından fon mekanizmasına ödeme yapılması ya da yukarıda yer alan katkıların yapılması adına hayatın olağan koşulları içerisinde söz konusu faaliyetleri gerçekleştirmeyecek özel bir kuruluşun görevlendirilmesi
- GATT 1994’ün XVI. maddesi kapsamında herhangi bir gelir ya da fiyat desteği sağlanmasıdır.
Bu kapsamda, her bir hususa ilişkin unsurları ayrı ayrı değerlendirmekte fayda görüyoruz. Öncelikle belirtmek gerekir ki fon aktarımı sadece “para” anlamına gelmemekte ayrıca genel anlamda diğer finansal kaynakların aktarılması anlamına gelmektedir[4]. Örneğin, Temyiz Organı tarafından Avrupa Topluluğu’nun KfW bankasının elinde bulunan Deutsche Airbus’un paylarını Alman hava araçları üreticisi olan MBB’ye aktarmasını fon aktarımı olarak değerlendirmiştir[5].
Potansiyel fon aktarımı ise bekleneceği EC- Large Civil Aircraft Panel’i tarafından üzere kredi alan kişinin borcunu ödeyememesi durumunda devletin borcu üstlenmek adına hukuken bağlayıcı bir ilişki içerisine girmek olarak tanımlanmıştır[6].
Devlet tarafından alınması gereken bir gelirden vazgeçilmesi veya toplanmaması ise daha çok vergi mevzuatından kaynaklanan istisnalardan kaynaklanmaktadır. US – FSC uyuşmazlığında Temyiz Organı tarafından her ne kadar pratikte devletler tarafından tüm gelirlerin vergilendirilebileceği kabul edilse de bir vergi düzenlemesinin teşvik olarak kabul edilebilmesi için o düzenleme olmasaydı ödenecek verginin daha farklı olacak olmasıdır[7]. Bahse konu uyuşmazlıkta Amerika’dan yurtdışına satış yapan Amerikan menşeili şirketler ile yabancı menşeili şirketlerin yurtdışındaki satışlardan elde ettikleri satışların farklı vergilere tabi tutulması Temyiz Organı tarafında bir teşvik olarak değerlendirilmiştir.
Devlet tarafından genel altyapı haricinde mal veya hizmet sağlanması veya mal satın alınması da finansal katkılar içerisinde sayılmaktadır. Her ne kadar metnin lafzı devlet tarafından hizmet satın alınmasını içermese de US – Large Civil Aircraft (ikinci şikayet) uyuşmazlığında Temyiz Organı tam anlamıyla hizmet satın alma olarak tanımlanan faaliyetlerin ASCM’nin kapsamında olduğunu belirtmiştir[8].
Son olarak ise özel kuruluşlara söz konusu teşvikleri sağlamanın dikte edilmesinin önüne geçilmek üzere getirilmiş düzenleme ile ASCM’nin hükümlerinin etkisiz kılınmasını önüne geçilmek istenmiştir[9].
Yukarıda da belirtildiği üzere devlet ya da kamu kuruluşları tarafından sağlanan bir finansal katkının yanında bu katkının alıcıya fayda sağlaması gerekmektedir. Bu noktada finansal katkı zaten fayda sağlamaz mı diye bir soru gelebilir. Farz edelim ki bir şirket devlet bankasından bir kredi çekiyor. Kredinin şirket adına finansal bir katkı olduğu ortadadır öte yandan fayda sağlayıp sağlamadığının analizi olağan piyasa koşullarında o şirketin söz konusu faiz oranından kredi alıp almayacağına bağlıdır. Bu kapsamda, Canada – Aircraft Paneli de aynı doğrultuda faydayı finansal katkının alıcıya piyasada bulunan koşullardan daha avantajlı olarak sağlanması olarak tanımlamaktadır[10]. Elbette bu katkının fayda sağlayıp sağlamadığı rekabet hukukunda olduğu gibi ilgili pazar içerisindeki dinamiklerle değerlendirilmektedir.
Sonuç olarak yukarıda yer alan tüm şartların var olması halinde ise bir devlet teşvikinin varlığından söz edilebilecektir. Öte yandan, teşvikler ASCM altında ağırlıklarına ve sonuçlarına göre 3 ana ayrıma tabi tutulmaktadır. Anlaşmanın II. bölümü altında yasak teşvikler (kırmızı), III. bölümü altında dava edilebilir teşvikler (sarı) ve IV. bölümü altında ise dava edilemez teşvikler (yeşil) yer almaktadır. Genellikle trafik ışığı analojisi ile anılan bu sistematik uyarınca belirli çeşit teşviklerin uluslararası ticareti daha kısıtlayıcı olarak değerlendirmiş ve farklı kurallara tabi tutmuştur.
Yasak Teşvikler
ASCM’nin 3. maddesinde tanımlandığı üzere temel olarak iki çeşit teşvikin her ne surette olursa olsun verilmesi yasaklanmaktadır. Bir başka deyişle, yasak teşvikler per se kısıtlamalardır ve dava edilebilir teşviklerde belirtileceği üzere spesifik ya da olumsuz etki yaratması aranmamaktadır[11]. Bu kapsamda yasak teşvikler;
- Açıkça ya da fiili olarak alıcının ihracat yapması şartıyla verilen teşvikler (“ihracat teşvikleri”),
- İthal ürün yerine yerli ürün kullanma zorunluluğu ile verilen teşviklerdir.
İlk olarak ihracat teşviklerine değinmek gerekir ise ASCM hâlihazırda üye devletlere kılavuzluk sağlaması adına birinci ekinde ihracat teşviklerini örnekleyen bir liste sunmaktadır. Bu kapsamda; ihracat performansına dayalı olarak şirketlere devlet tarafından teşvik verilmesi; ihracat yapılması durumunda şirketleri ödemesi gereken doğrudan vergilerde indirim yapılması; ihraç edilmek üzere üretilen malın üretiminde kullanılan ithal ürünlere vergi indirimi sağlanması; ihracat yapılması şartı ile düşük faizli krediler gibi birçok örnek sayılmaktadır[12]. Uygulamada çoğu zaman açıkça ihracat performansına bağlı olarak verilen teşviklerin tespit edilmesi kolay olacaktır. Nitekim, teşvikin sağlandığı belgeler, dayanak mevzuat bu şartları içeren hükümler içerecektir. Öte yandan teşvikin fiili olarak ihracat performansına bağlı verilmiş olmasını belirlemek her zaman kolay olmayacaktır. Bu kapsamda, Canada – Aircraft’ta Temyiz Organı bu değerlendirmenin teşviki alan tarafın ihracat yapmıyor olmasaydı da bu teşviki alıp almayacağının değerlendirmesi ile ortaya çıkabileceği belirtilmektedir[13].
İthal ürün yerine yerli ürün kullanma zorunluluğu ise herhangi bir ürünün yapımında kullanılacak ürünü, malzemeyi ya da hammaddeyi kapsamaktadır. Bu kapsamda esas olan yerel ürün kullanımının teşvik dolayısı ile artması değil bilhassa teşvikin alınması için yerli ürünlerin kullanılması gerekmesidir[14].
Şayet herhangi bir DTÖ üyesi tarafından ihracat ya da yerli ürün kullanma zorunluluğu içeren bir teşvik verilmesi durumunda söz konusu teşvik başka hiçbir değerlendirme yapılmaksızın ASCM’e aykırı olarak değerlendirebilecektir. Fakat aşağıda belirtilecek olan dava edilebilir sübvansiyonlar için aynı durumdan söz etmek mümkün değildir. Bu durum esasen DTÖ üyesi devletlere uluslararası ticaret dengelerini değiştirmemek şartı ile kamu kaynaklarını belirli şartlarda halkları için kullanabilmelerine imkân yaratmak içindir.
Dava Edilebilir Teşvikler
Bir teşvikin dava edilebilir olabilmesi için öncelikle ASCM’nin 2. maddesi altında düzenlendiği üzere bir şirkete veya endüstriye ya da bunların gruplarına özel (spesifik) olarak tanınması gerekmektedir. Herhangi bir teşvikin temel olarak spesifik kabul edilmesi için; belirli şirketlerin teşvike erişiminin kısıtlanması, sadece belirli şirketlerin teşvike erişim sağlayabilmesi, belirli bir coğrafi bölgedeki şirketlere tanınmış olması gibi durumların gözetilmesi gerekmektedir. Dolayısı ile temel olarak teşvikin spesifik olması sadece belirli kişilerin erişimine açılmış olup olmadığı ile alakalıdır[15].
Spesifik olan bir teşvik ise ASCM’nin 5. maddesi altında diğer DTÖ üyelerinin hakları üzerinde olumsuz etki yaratıyor ise ya da 6. madde altında haklarına ciddi etki altına alıyor ise dava edilebilecektir. Bu kapsamda bir teşvikin üç suretle olumsuz etki yaratması mümkündür:
- Yerli endüstriye zarar vermesi,
- GATT 1994 altında doğan hakları ortadan kaldırması ya da zarara uğratması,
- Ciddi etki altına almasıdır.
Bu kapsamda, ilk olarak belirtmek gerekir ki herhangi bir teşvikin bir DTÖ üyesinin yerli endüstrisine zarar vermesi ancak teşvik ile zarar arasındaki illiyet bağının kurulması durumunda mümkün olacaktır. Kaldı ki EC and certain member States – Large Civil Aircraft uyuşmazlığında Panel’in de belirttiği üzere, zarar ile teşvik arasında kurulacak illiyet bağı teşviki telafi edici vergilerin oranının belirlenmesinde önemli rol oynayacaktır[16]. Bir diğer husus olan GATT 1994 altında doğan hakların ortadan kalkması ya da zarara uğraması ise temel olarak GATT’in XXIII. maddesi ve Uyuşmazlıkların Çözümünün Anlayışına ilişkin Anlaşma’nın (Agreement on Dispute Settlement Understanding “DSU”) 3.8. maddesi kapsamında ortaya çıkmaktadır. Şayet teşvikin herhangi bir şekilde yerli endüstriye zarar vermeden bir DTÖ üyesinin haklarını ortadan kaldırması veya zarara uğratması durumunda zarar gören tarafın bu durumu ortaya koyması gerekecektir[17]. Örneğin, GATT’in II. maddesi altında DTÖ üyeleri tarafından geçilmeyeceği taahhüt edilen gümrük tarifesi baremlerinin geçilmesi bu kapsamda değerlendirebilecektir. Ciddi etki altına almak ise Korea – Commercial Vessels Paneli tarafından herhangi bir DTÖ üyesinin yerli endüstrisine zarar vermese de ticari çıkarlarını olumsuz etkilemesi olarak değerlendirilmiştir[18].
Yukarıda belirtildiği üzere son teşvik çeşidi dava edilemez teşviklerdir ve ASCM’in 8. maddesinde düzenlenmektedir. Öte yandan, ASCM’nin 31. maddesi uyarınca 31 Aralık 1999 tarihinde söz konusu hükmün yürürlük süresi dolmuştur. ASCM müzakereleri sırasında bu hükmün daha sonradan tartışılması öngörülmüştür fakat 2000 yılından bu yana herhangi bir değişiklik konusunda karar birliğine varılamamıştır. Söz konusu hüküm temel olarak ekonomik olarak geri kalmış bölgelere yatırım yapılması, çevreci üretim sistemine geçmek isteyen şirketlere teşvikleri ASCM kapsamında hukuka uygun hale getirmekteydi.
Telafi Edici Vergiler
Telafi edici vergiler ise yukarıda belirtilen ve ASCM altında hukuka aykırı kabul edilecek şekilde devlet tarafından sağlanan tüm teşviklere uygulanabilmektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki ASCM, telafi edici vergilerin olabildiğince şeffaf şekilde getirilebilmesi için bir dizi prosedür ve süre getirmektedir. Aşağıda değinildiği üzere, ülkemiz mevzuatı da küçük değişiklikler olmakla beraber aynı usul kurallarını öngörmektedir. ASCM kapsamında ise telafi edici vergiler V bölüm kapsamında yürürlüğe konmaktadır.
Temel olarak telafi edici vergilerin miktarı alıcıya soruşturma dönemi olarak belirlenen dönemde bir başka DTÖ üyesi tarafından sağlandığı tespit edilen fayda üzerinden hesaplanır. Söz konusu faydanın miktarı ASCM’in 14. maddesi kapsamında hesaplanmaktadır. Temel olarak faydanın hesaplanmasında sübvansiyon miktarı soruşturma yürüten DTÖ üyesine ihraç edilen teşvikli malın birim fiyatı başına hesaplanmaktadır. Elbette bu durum her zaman mümkün olamamaktadır. Örneğin teşvikin devlet tarafından herhangi bir şirkete varlık transferi olarak gerçekleştirilmesi durumunda söz konusu varlıkla ilgili üretim dalında geçerli normal amortisman süresinin teşvikin faydasını hesaplamada dikkate alınmaktadır. Bu sebeple, her olay özelinde teşvikin sağladığı faydanın objektif bir şekilde hesaplanması gerekmektedir. Nitekim, telafi edici vergiler cezalandırıcı değil adı üzerinde zararı telafi edicidir. Dolayısı ile herhangi bir şirketin kendisine sağlanan teşviklerden daha fazlaya tekabül edecek bir telafi edici vergiye tabi tutulması ASCM’yi temelde amaçladığı ticari liberalleştirme gayesinde uzaklaştıracaktır.
Zararın tespit edilmesinde ise ASCM’in 15. maddesi damping süreçlerindekine çok benzer kurallar ortaya koymaktadır. Teşvik nedeniyle oluşacak zarar tespitinin temel olarak (i) İlk olarak teşvikli ithal edilen ürünlerin miktarı ve söz konusu ürünlerin yerel piyasa tarafından üretilen benzer ürünlerin fiyatına etkisi, (ii) söz konusu ithal ürünlerin yerli üreticiler üzerindeki etkisinin değerlendirilmesi gerekmektedir. Şayet bu değerlendirmelerin sonucunda bir zarar tespit edilememesi durumunda zaten verilen teşvik yukarıda da belirtilen ASCM’in 5. maddesi kapsamındaki şartları da sağlamayacağında dava edilebilir nitelikte olmayacaktır.
Türk Mevzuatı
Türkiye, DTÖ’nün kurucu üyelerinden biri olarak uluslararası ticaret arenasında her zaman aktif tutum takınmıştır. Bu kapsamda gerek ticaret politikası savunma araçları olsun gerekse de uluslararası ticaret anlaşmaları olsun ülkemizdeki yerel üreticileri korumak ve ticaret hacimlerini arttırabilmek adına çeşitli girişimlerde bulunmaktadır. Ülkemiz mevzuatında ticaret politikası savunma araçları 3577 sayılı İthalatta Haksız Rekabetin Önlenmesi Kanun’u (“Kanun”) kapsamında yürütülmektedir. 30.10.1999 tarihinde yayınlanan İthalatta Haksız Rekabetin Önlenmesi Hakkında Yönetmelik (“Yönetmelik”) ise uygulamaya ilişkin esasları koymaktadır. Yönetmelik her ne kadar damping ve teşviklere ilişkin süreçleri ortak bir dille kaleme alsa da hükümleri incelendiğinde birçok hükmün ASCM ile paralellik arz ettiği gözlemlenmektedir. Bu durumun temel olarak Türkiye’nin zaten ASCM altında yer alan uluslararası yükümlülüklerini yerine getirmek zorunda olmasından kaynaklanmaktadır. Bu sebeple söz konusu kurallar DTÖ üyelerinin birçoğunun iç hukukuna aynı şekilde geçirilmiştir. Farklılaşan hükümler ise ASCM altında telafi edici vergileri yürürlüğe koymak adına getirilen kuralların güçlendirilmesi niteliğindedir. Örneğin, ASCM’de bulunmamakla birlikte Yönetmelik’in 20. maddesi uyarınca şirketlerin ithalatta haksız rekabet soruşturması açılmasını talep edebilmesi için Türkiye’de ilgili ürüne ilişkin üretimin en az %25’ini gerçekleştiriyor olması gerekmektedir. Bir başka örnek vermek gerekirse, ASCM’de öngörülmemesine rağmen Avrupa Birliği mevzuatı herhangi bir telafi edici verginin uygulamaya konulması için kamu yararı aramaktadır. Dolayısı ile küçük değişiklikler olmakla birlikte soruşturma süreçleri ve ulusal mevzuatlar dünyanın birçok yerinde birbiri ile paralellik arz etmektedir.
Sonuç olarak, şirketler her ne kadar devletlerden aldığı teşvikler ile üretimlerini, ihracatlarını ve dolayısı ile kazançlarını arttırmakta olsalar da madalyonun bir de diğer yüzü bulunmaktadır. Şayet şirketler tarafından alınan teşvikler üretilen malların ihraç edildiği ülkelerde ekstra gümrük vergisi uygulanmasına sebebiyet vermekte ve bu durumda normal şartlardan daha dezavantajlı sonuçlara yol açabilmektedir. Nitekim, telafi edici vergiler her ne kadar zararı önlemeye yönelik ve elde edilen teşvikin etkilerini yok etmeye yönelik olsa da ihraç edilen piyasalara teşvik alan şirketlerin kısa süre de olsa ciddi rekabet kaybı yaşamalarını sebebiyet vermektedir. Bu kapsamda, şirketlerin faaliyet gösterdikleri ülkede teşvik almış olsalar bile diğer ülkelerde haklarını korumak adına soruşturmalara iştirak etmeleri önem arz etmektedir. Nitekim, soruşturmalara iştirak etmek ve soruşturma heyeti ile gerekli verileri paylaşmak çoğu zaman uygulanacak ekstra gümrük vergisinin oranını azaltmakta ya da tamamen uygulanmasının önüne geçmektedir.
Tüm bu sebeplerle, şirketlerin faaliyet gösterdikleri
alanlarda daha da önemli yurtdışına ihraç ettikleri ürünlere karşı diğer
ülkelerde açılan soruşturmaları dikkatle takip etmesi ve aktif tutum içerisinde
olması gerekmektedir. Elbette bu kapsamda öncelikle şirketlerin haklarının
neler olduğunu ve bu hakları nasıl savunabileceğini etraflıca kavraması
gerekmektedir. Bu kapsamda yazımızı bu kısma kadar okuyan kişilerin devlet
teşvikleri kapsamında risk oluşturabilecek durumları tespit edebilecek bilgiye
ulaşacağını düşünüyoruz. Fakat her zaman işin ehline danışmakta fayda var!
[1] https://www.wto.org/english/tratop_e/dispu_e/dispu_by_country_e.htm Son erişim tarihi 11 Kasım 2019.
[2] Temyiz Organı Raporu, US – Anti-Dumping and Countervailing Duties (China), para. 317-318
[3] Panel Raporu, US – Pipes and Tubes (Turkey), para. 7.39
[4] Temyiz Organı Raporu, Japan – DRAMs (Korea), para. 250.
[5] Panel Raporu, EC and certain member States – Large Civil Aircraft, para. 7.1291.
[6] Panel Raporu, EC and certain member States – Large Civil Aircraft, para. 7.302, 7.304, and 7.1495
[7] Temyiz Organı Raporu, US – FSC, paras. 90-91.
[8] Temyiz Organı Raporu, US – Large Civil Aircraft (2nd complaint), para. 619.
[9] Temyiz Organı Raporu, US – Countervailing Duty Investigation on DRAMs, para.113
[10] Panel Raporu, Canada – Aircraft, para. 9.112.
[11] Temyiz Organı Raporu, US – Tax Incentives, para. 5.6.
[12] Daha fazla örnek için ASCM’nin 1. ekine bakabilirsiniz.
[13] Temyiz Organı Raporu, Canada – Aircraft, para. 171
[14] Temyiz Organı Raporu, US – Tax Incentives, para. 5.18.
[15] Temyiz Organı Raporu, US – Countervailing Measures (China), para. 4.169.
[16] Panel Raporu, EC and certain member States – Large Civil Aircraft, para. 7.2068, 7.2080.
[17] Panel Raporu, US – Offset Act (Byrd Amendment), para. 7.118-119
[18] Panel Raporu, Korea – Commercial Vessels, para. 7.578.