Türkiye’de rekabet hukuku uygulaması 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun’un (Rekabet Kanunu) 1994 yılında çıkarılmasının ardından 3 yıllık bir gecikme ile 1997 yılında başladı. Bugüne kadar geçen yaklaşık 22 yılda Rekabet Kurulu yüzlerce karara imza attı. Özellikle, Rekabet Kanunu’nun örnek nitelikteki idari usul kuralları nedeniyle şeffaf bir işleyiş sürecine sahip olan Rekabet Kurumu’nun, yaptığı incelemelerle ilgili yayımladığı detaylı gerekçeli kararlar, çok şanslıyız ki, bu hukuk dalının gelişimini temin etti ve birçok genç hukukçunun bu alanda çalışma isteğini tetikledi.
Bu süreçte tabii ki gelişmiş ülkelere kıyasla genç bir uygulama geçmişi nedeniyle rekabet hukuku uygulaması ile ilgili irili ufaklı birçok sorun ortaya çıktı. Fakat bu sorunların büyük bir kısmı AB uyum sürecinin rehberliğinde Rekabet Kurumu’nun teknik kapasitesi sayesinde çözüme kavuşturuldu. Son olarak yıllardır “kadük olma” terimi ile adeta özdeşleşmiş olan Rekabet Kanunu değişikliği, 2020 yılı Haziran ayında gerçekleştirilerek bu alana adli bilişim araçları, taahhüt ve uzlaşma gibi modern müesseseler kazandırıldı.
Fakat tüm bu evrim sürecine rağmen, Rekabet Kurulu kararlarının yargısal denetiminin rekabet hukukundaki diğer gelişmelerin gerisinde kaldığını, hemen hemen çıkan tüm Rekabet Kurulu kararlarının iptal davasına konu olduğu ülkemizde, bunlara ilişkin mahkeme kararlarının ağızda buruk bir tat bıraktığını görüyorduk. Bu süreçte, ilk başta mevzuat gereği, kararların o dönemde “torba daire” olarak da adlandırılan Danıştay 10. Daire tarafından ilk derece yargısal denetiminin yapılması, 2001 krizi ve sonrasında gelen yapısal reformlar sonucu düzenleyici kurumların kararlarının yargısal denetimine yönelik kurulan 13. Daire’nin görev alması, fakat daha sonra anlaşılmaz bir şekilde bu görevin Ankara İdare Mahkemelerine verilmesi ve devamında istinaf incelemesi için Ankara Bölge İdare Mahkemelerinin kurulması, bu mahkemelerde rekabet hukuku ile ilgili kurumsal hafıza, uzmanlık ve tecrübe konusunda sıkıntılar yaşanmasına yol açtı.
Aslında Kanun Koyucu’nun Rekabet Kanunu’nu dizayn ederken yaptığı tercihlerden birisi de, tazminat davaları yoluyla özel hukuk mahkemelerine de Rekabet Kurumu’nun yanı sıra bu alandaki uygulamayı ve içtihat oluşumunu zenginleştirme imkanı sağlanması yönünde idi. Ancak bu imkan Yargıtay’ın almış olduğu “bekletici mesele” kararları ile doğmadan ortadan kalktı.
Bu nedenle, Rekabet Kurulu kararlarına karşı Ankara İdare Mahkemesi, Bölge İdare Mahkemesi ve Danıştay 13. Daire önünde hukuka uygunluk denetimi yapılıyor. Bu sistem yerine İngiltere ve diğer bazı ülke örneklerinde olduğu gibi rekabet hukukuna özgü bir ihtisas mahkemesinin görev alması tartışmasını bir başka yazıya bırakıp idare mahkemelerinin Rekabet Kurulu kararlarının yargısal denetimine dönelim.
Yukarıda söylediğim gibi, Rekabet Kurulu’nun gerekçelerine baktığımızda, mesleğimiz gereği yakından takip ettiğimiz diğer rekabet otoritelerinin hiç gerisinde kalmadığını, hatta bazı kararlarının gelişmiş ülke otoriteleri bakımından örnek oluşturacak nitelikte olduğunu söyleyebiliriz. Yargısal denetim sonucu ortaya çıkan idari yargı kararlarını AB Genel Mahkeme, Adalet Divanı, İngiltere CMA, ABD Bölge İstinaf Mahkemeleri’nin kararları eşliğinde değerlendirdiğimizde, yakın tarihli Sahibinden kararı dışında büyük oranda mevcut mevzuatın tekrar edilmesinden ibaret olup esasa ilişkin değerlendirmeler bakımından çekingen kaldıklarını gözlemliyoruz.
Her ne kadar kurumlar canlı varlıklar olmasalar da etraflarında olup bitenlerden etkilenen ve buna göre davranışları şekillenebilen organizasyonlardır. Bu nedenle Rekabet Kurumu’nun da var olduğu 20 yılı aşkın süre içinde ilişkili olduğu diğer müesseselere göre konumunu belirlemesi kaçınılmazdır. Bu doğrultuda, kararlarının yargısal denetiminde Adalet Divanı vb. mahkemeler gibi yol gösterici ve bir anlamda dengeleyici bir süreç ile karşılaşılmaması durumunda, tüm kurumlarda olduğu gibi Rekabet Kurumu’nun da atalete kapılması beklenen bir durumdur.
Biz bu eğilimi 2-3 yıl önce fark edip usul kurallarına, ispat standardına, Anayasa’da yer bulan hukuk güvenliği, savunma hakkı gibi kurumlara çok daha fazla alan açmaya başladık.
Danıştay 13. Dairesi’nin Henkel Kararı bu çabalarımızın çok güzel bir meyvesini oluşturuyor. Ama bundan çok daha önemlisi, söz konusu Henkel Kararının, daha önce rastlamadığımız ölçüde esasa giren, yeniden satış fiyatının belirlenmesi gibi tartışmalı bir konuda görüşünü cesaretli ve net bir şekilde ortaya koyan ve bu konuya ilişkin uygulanacak standardı belirleyen, bu nitelikleri ile sadece Türkiye için değil, diğer ülke uygulamaları için de örnek sayılabilecek bir karar olması. O yüzden yazının başlığındaki “milat” nitelemesini hak ediyor.
Peki, Henkel Kararının hikâyesi nedir? Aslında konuya ilişkin değerli dostlarım ve meslektaşlarım Ali Ilıcak, Gökşin Kekevi ve Haluk Arı ile Pazardan Haberler’in Youtube kanalında bir program yapmıştık. Fakat karara duyulan ilgi nedeniyle konuyu burada daha detaylıca ele almak istedik.
Basitçe, Rekabet Kurumu yapılan bir başvuru üzerine Henkel hakkında bir soruşturma başlatıyor, yapılan incelemelerde bir takım yazışmalar elde ediliyor, soruşturma heyeti bu yazışmalara dayanarak bir ihlal tespiti yapılamayacağını söylüyor, Rekabet Kurulu ise bu tespite katılmayıp teşebbüsün YSFB yoluyla rekabeti ihlal ettiğine karar veriyor. Teşebbüs konuyu yargıya taşıyor ve iptal davası açıyor, İdare Mahkemesi ve Bölge İdare Mahkemesi davayı reddediyor. Teşebbüs bu kararları Danıştay 13. Daire önünde temyiz ediyor. 13. Daire de aşağıda detaylarını vereceğimiz 6 Temmuz 2021 tarihli 8 sayfalık bozma kararını oy birliği ile alıyor.
Öncelikle belirtelim ki, teşebbüsün dağıtıcıları ile olan ilişkilerini düzenleyen sözleşmelerde YSFB’ye yönelik hükümler bulunmuyor. 13. Daire’nin odaklandığı konu mevzuat ışığında teşebbüs hakkında elde edilen delillerin YSFB’nin dolaylı yoldan gerçekleştirildiğine işaret edip etmediği. Daire bunun için hangi kıstaslara bakılması gerektiğini şu cümleleri ile ortaya koyuyor:
“… her somut olayın kendi özellikleri içerisinde değerlendirilmesi gerekmekle birlikte, dolaylı olarak YSFT edilmesi durumunda ihlalin belirlenmesi için, 2002/2 sayılı Tebliğ’de ve Kılavuzda yer verilen ‘baskı veya teşvik etmek’ kavramları çerçevesinde, tavsiye fiyatların sabit fiyatlara dönüştürülmesi, YSFT uygulanmasına yönelik zorlamaların olması ve teşebbüslerin fiyat takip sistemleri kurmasının önemli kıstaslar olduğu açıktır.”
Daha sonra, bu kıstasların üzerinde tatbik edileceği soruşturma esnasında teşebbüsten elde edilen yazışmaları özetliyor. Bu kapsamda; bir program vasıtasıyla satılan her türlü ürünün son nokta fiyatlarının resimleri ile birlikte ilgili çalışanın önüne getirilebildiğine, buna ek olarak saha çalışanları tarafından teşebbüs ürünlerinin insert fiyatları, teşhir koşulları vb. birçok detayın incelendiğine, ürünlerin fotoğraflarının çekilerek bu programa yüklendiğine, teşebbüsün satış yaptığı ürünlerin fiyatlarını yakinen takip ettiğine, hatta bunların belirlenen tavsiye fiyatın altında veya üzerinde olup olmadığını da izlediğine ve raporladığına, satış fiyatının teşebbüsün aksiyon fiyatının altında olması halinde girişimlerde bulunulduğuna, bu kapsamda ne gibi aksiyonlar alacağının sorumlu saha personeline sorulduğuna ve fiyatların artırılması için çeşitli girişimlerde bulunulduğuna işaret ediyor.
Bu tespitlerin rekabet hukuku bakımından nasıl değerlendirilmesi gerektiğine ilişkin olarak ise, Danıştay 13. Dairesi, Tebliğ ve Kılavuzun lafzına dönerek şu önemli değerlendirmeyi yapıyor:
“… Tebliğ ve Kılavuzda yeniden satış fiyatının tespitinin dolaylı gerçekleştirilmesinde ‘tarafların herhangi birisinin baskısı veya teşvik etmesi’ unsurunun ortaya konulması gerekmektedir. Söz konusu ‘baskı ve teşvikin’ alıcıların bağımsız bir iktisadi davranış olarak kendi satış fiyatını belirleme serbestliğine etki edecek değerde olması gerektiği, aksi takdirde her teşebbüsün kendi bağımsız kararını kendisinin aldığı bir durumda rekabete aykırı bir davranıştan ve sağlayıcının YSFT ettiğinden söz etmeye olanak bulunmadığı açıktır.”
Tespitler ışığında YSFB’nin olup olmadığına yönelik analizinde, Danıştay, teşebbüsün ürünlerini dağıtan ve organize perakende pazarda yer alan alıcıların Rekabet Kurumu’na sunduğu beyanlardan faydalanıyor. Hemen belirtelim, bu dosyadaki tespitler Henkel’in geleneksel kanal dediğimiz görece küçük ölçekli bayi teşkilatı ile arasındaki ilişkilere değil, modern dağıtım kanalını oluşturan çoğunluğu büyük ölçekli BIM, A101, Migros gibi organize perakendecilere yönelik. Beklendiği üzere teşebbüs karşısında daha güçlü olan bu alıcıların tamamı (20 civarında alıcı);
“… söz konusu yazışmalardan ve satış temsilcilerinin kendileriyle ilgili ne gibi bir aksiyon aldığı hakkında bilgisinin olmadığını, ancak Henkel yetkililerinin kendilerine bir serzenişte bulunabileceğini, kendi satış fiyatlarını kendilerinin iktisadi değerlendirmeler neticesinde kendilerince belirlendiğini ifade”
ediyorlar. Daire, kılavuzda yer alan baskı ve teşvikin bu dosyada bulunup bulunmadığına ilişkin ise şu değerlendirmeyi yapıyor:
“… baskı ve teşvike ilişkin, Kılavuzda örnek olarak, alıcıya tavsiye edilen fiyatlara uyduğu oranda kendisine ilave indirimler uygulanması ya da bu fiyatlara uymaması durumunda teslimatların geciktirilmesi, askıya alınması veya anlaşmanın sona erdirilmesinin sayıldığı görülmektedir. … alıcı teşebbüslerin açıklamaları incelendiğinde, [ilgili teşebbüsün] ‘fiyat bozan’ olarak nitelendirilen ve tavsiye edilen satış fiyatının altında satış yapan teşebbüslere serzenişte bulunmanın ötesinde, baskı veya teşvik edici bir davranışının ortaya konulamadığı, aksine … ‘müdahale olarak algılanabilecek herhangi bir ifadesinin dahi bulunmadığının’ teyit edildiği görülmektedir.”
Rekabet Kurulu Kararı’nda yukarıdaki tespitlerin YSFB olarak değerlendirilmesi gerektiğinin ötesinde, bu davranışların piyasada etki doğurduğu ve bu müdahalelerin sonucunda fiyatların yükseltildiği tespiti yer alırken, Danıştay bu nitelendirmeyle ilgili özellikle ispat standardı bakımından çok önem taşıyan şu değerlendirmeyi yapıyor:
“… söz konusu fiyat düzeltmesinin şirket çalışanlarının bir baskısı veya teşviki ile yapılıp yapılmadığı hususunda bir açıklık bulunmadığı, … alıcı teşebbüslerin beyanları dikkate alındığında; verilen münferit örneğin gerçekte yaygın bir biçimde gerçekleşip gerçekleşmediği yönünde bir değerlendirmenin Kurul kararında yer almadığı, ilgili alıcıların kendi bağımsız kararlarını aldığını da dosya kapsamında birden fazla teşebbüs ile görüşülmek suretiyle teyit edildiği anlaşıldığından, söz konusu değerlendirmelerin somut ve ciddi verilere dayalı olarak ortaya konulamadığı sonucuna varılmaktadır.”
Bu noktada, sadece Türkiye’de değil genel olarak diğer ülkelerdeki mahkemelerin rekabet hukuku ile ilgili iktisadi argümanları çok iyi anlamakla beraber bunlara kendi kararlarında yer vermek noktasında çekingen davrandığını söyleyebiliriz. Ancak Danıştay 13. Dairesi’nin bu önemli kararı, söz konusu muhafazakâr tutumun dışına çıkan önemli bir istisnayı oluşturuyor. Şöyle ki, kılavuzda belirtilen baskı ve teşvik hususunun bu dosyada incelenen sağlayıcı – dağıtıcı ilişkisi için iktisadi açıdan da söz konusu olamayacağını şu değerlendirmeleri ile ortaya koyuyor:
“… [sağlayıcı teşebbüsün] faaliyet gösterdiği pazarlarda uluslararası büyük teşebbüslerin rakip olarak bulunduğu, incelemeye konu pazarlar bakımından hiçbir teşebbüsün … pazar payının %20-25’i geçmediği, [teşebbüsün] pazar payının üçüncü sırada olduğunun tahmin edildiği, söz konusu pazarlarda markalar arası güçlü bir ikame etkisinin bulunduğu ve tüketici tercihlerinin fiyattan hızlı etkilenmesinin olası olduğu, [teşebbüsün] ürünlerini alan [büyük organize perakendecilerin] çok ciddi bir gücünün bulunduğu, [dağıtıcıların] ise münhasırlık şartı olmaksızın [teşebbüsün] ürünlerinin dağıtımını yaptığı anlaşıldığından, Henkel’in alıcılarının yeniden satış fiyatını tespit etmesini ve sürdürmesini zorlaştıracak şartların da somut olayda bulunduğu anlaşılmaktadır”
Rekabet Kurulu kararında soruşturulan teşebbüsün piyasada dağıtıcıları tarafından satılan ürünlerle ilgili bilgi topladığı ve bunun da YSFB davranışı kapsamında değerlendirilebileceği belirtilmiştir. Fakat Danıştay Kararında teşebbüslerin piyasadan bilgi toplaması ile ilgili yapılan aşağıdaki tespit, bu şekilde faaliyeti olan birçok teşebbüsün üzerindeki gölgeyi kaldıracak niteliktedir:
“… [teşebbüsün] ürünlerinin piyasadaki fiyatına ilişkin bilgi toplaması ve bu bilgileri kendi ticari ve promosyonel aktivitelerini planlamakta kullanması, tek başına rekabet hukukuna aykırı bir eylem olarak değerlendirilmemektedir.”
13. Daire tüm bu değerlendirmelerinin sonucunu yine aradığı ispat standardını belirterek şu şekilde ortaya koymaktadır:
“… yürütülen soruşturma neticesinde [ilgili teşebbüsün] ürünlerinin yeniden satış fiyatını tespit etmek suretiyle 4054 sayılı Kanun’un 4. Maddesini ihlal ettiği iddiasının açık ve somut veri ve değerlendirmeler çerçevesinde ispat edilemediği anlaşıldığından, dava konusu Kurul kararında hukuka uygunluk bulunmadığı sonucuna varılmıştır.”
Hemen belirtelim, 13. Daire’nin temyiz mahkemesi olarak incelediği Ankara Bölge İdare Mahkemesi’nin ilgili kararının bozulmasına ilişkin bu kararın ardından, konu tekrar ilgili BİM önüne gelmiş ve BİM, 9 Eylül 2021 tarihinde, 13. Daire’nin bozma kararına uyarak Rekabet Kurulu’nun ihlal yönündeki kararını iptal etmiştir.
Esasa yönelik değerlendirmelerinin derinliği, düzeyi ve kalitesi nedeniyle milat niteliği taşıyan bu kararın ortaya koyduğu ve rekabet hukuku alanında bundan sonra belirleyici olacağını düşündüğüm birkaç özelliği bulunuyor.
En başta tabii ki ispat standardı konusu geliyor. AİHM kararları gereğince rekabet hukuku ile ilgili davalarda ceza hukukunun artık “hukukun genel ilkeleri” niteliğini haiz olduğu söylenebilecek temel ilkelerinin tatbik edilmesi söz konusu. Keza Rekabet Kanunu’nda hüküm bulunmayan hallerde Kabahatler Kanunu’nun esas alınması da daha yüksek bir ispat standardını gerekli kılıyor. Bizler 3-4 yıldır bu anlayışa paralel olarak “makul şüphenin ötesinde suç şüphesi” standardının geçerli olması gerektiğini yineliyoruz. Danıştay’ın incelediğimiz bu kararının söz konusu söylemimizi teyit eder nitelikte olduğunu görüyoruz. Nitekim kararda bu standardın “somut ve ciddi verilere dayalı olarak ortaya koyma” olarak ifade edildiğini ve buna birkaç kez yer verildiğini gözlemliyoruz. Bunun en somut örneği ise Rekabet Kurulu’nun ilgili yazışmalar sonrası fiyat artışlarını ihlalin varlığının bir göstergesi olarak kabul etmesine yaptığı itirazda ortaya çıkıyor ve bu durum şu değerlendirme ile vurgulanıyor: “… verilen münferit örneğin gerçekte yaygın bir biçimde gerçekleşip gerçekleşmediği yönünde bir değerlendirmenin Kurul kararında yer almadığı”.
Bu yaklaşımı ben ve ekip arkadaşlarım çeşitli vesilelerle gündeme getirdiğimizde, bazen “ispat standardı bu kadar yüksek olursa çoğu ihlal ortaya çıkarılamaz” şeklinde itirazlarla karşılaşıyoruz. Ancak para cezalarının 500 Milyon TL’leri geçtiği, teşebbüslerin yıllık toplam karının dahi üzerine çıkabildiği ve sonuçlarının çok ağırlaştığı rekabet hukuku uygulamasında gevşek bir ispat standardının genel olarak korkulan Tip 1 hatayı ortaya çıkaracağı bir gerçek. Diğer taraftan Rekabet Kurumu son kanun değişikliği ile getirilen adli bilişim yetkileri ve özellikle bünyesinde bulunan doktora düzeyinde iktisatçıları ile Tip 2 hatayı minimuma indirecek düzeyde inceleme yapma yetkisine sahip.
Kararın bir diğer ayırt edici özelliği, Rekabet Kurulu’nun çıkarmış olduğu Tebliğ ve Kılavuza atfettiği önem. Gerçekten ilgili yazışmaların bir ihlal olup olmadığının ortaya konmasında ilgili kılavuzda yer alan “baskı ve teşvikin” bulunup bulunmadığı analizi kararın belirleyici noktasını oluşturuyor. Bu anlamda Danıştay’ın kılavuza, genel olarak rekabet hukukçularının atfettiğinin ötesinde bir önem atfettiğini ve bir anlamda İdare Hukuku’nun anlamlandırdığına yakın bir yorumunun olduğunu belirtmeliyiz. Zira rekabet hukukçularının bir kısmı, Rekabet Kurulu’nun çıkardığı kılavuzların hukuki niteliğini ve Rekabet Kurulu’nun alacağı kararlar bakımından bağlayıcı olup olmadıklarını tartışadursun, Danıştay, bizim de savunduğumuz üzere, anılan kılavuzların “genel düzenleyici idari işlem” niteliğini haiz olduklarını ve dolayısıyla Rekabet Kurulu’nu bağladığını, aksi bir yaklaşımın “keyfi idare” anlamına geleceğini ve dolayısıyla bu tutumun Anayasa’nın 2. maddesinde ifadesini bulan “hukuk devleti” ilkesinin ihlali anlamına geleceğini Henkel Kararı ile teyit etmiş oluyor. İdarelerin, kanunlarla kendilerine verilen “takdir yetkilerini”, söz konusu kılavuzlar gibi genel düzenleyici idari işlemleriyle “bağlı yetki” haline getirdikleri ve böylelikle aynı statüdeki kişiler (teşebbüsler) bakımından kanun önünde eşitliği, hukuki öngörülebilirliği ve hukuki belirliliği sağladıkları dikkate alındığında, Danıştay’ın Henkel Kararının önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.
Üçüncü olarak, Danıştay’ın artık sağlayıcıların kendi ürünlerinin dağıtıcılarının o ürünleri nasıl ve hangi koşullarda dağıtımını yaptıklarını daha yakından takip edebileceklerini belirtmesi, Rekabet Kurulu’nun bugüne kadarki sert yaklaşımını artık sorgulayacağını gösteriyor. Bu anlamda 13. Daire, sağlayıcının kendi ürünlerinin, her ne kadar bağımsız dağıtıcılar aracılığıyla piyasaya sunsa bile, fiyatlarına ilişkin bilgi toplaması ve bu bilgileri kendi ticari ve promosyonel aktivitelerini planlamakta kullanmasının tek başına ihlal olmadığını belirterek, dolaylı da olsa markalar arası rekabetin daha önemli olduğuna işaret ediyor.
Şimdi gelelim Danıştay’ın bu kararla ortaya koyduğu en önemli konuya. Türk rekabet hukukunda yeniden satış fiyatının belirlenmesi şeklindeki ihlaller nasıl incelenmeli? Bu noktada milat olarak nitelendirdiğimiz kararla ilgili tek eleştirimizi yapmak durumundayız. Kararın önemli yerlerini alıntılar yaparak izah ettik. Rekabet hukukçuları hemen, Danıştay’ın YSFB’nin ABD rekabet hukukundaki anlamıyla rule of reason analizi çerçevesinde incelenmesine taraftar olduğunu söyleyecektir. Ama kararda “… amacı itibarıyla rekabet karşıtı bir davranış olarak nitelendirilebilecek olan yeniden satış fiyatı tespiti uygulamaları …” şeklinde bir nitelendirmeye yer verilmiş durumda. Bu değerlendirme şeklinin, sağlayıcı ile dağıtıcı arasındaki sözleşmede YSFB olması halinde bir anlam ifade edebileceğini görebiliyoruz. Peki, bu dosyada olduğu gibi dolaylı olarak YSFB iddialarının olduğu durumlarda da Danıştay’ın bu değerlendirmesinin, kendi kararı içinde ortaya koyduğu değerlendirme ile uyumlu olduğu söylenebilir mi? Biz bunun net olarak söylenemeyeceğini düşünüyoruz. Bu yüzden kararın bu yönünün ayrıca detaylı bir şekilde incelenmesi gerektiğine inanıyoruz.
Fakat şu anki haliyle bundan sonraki rekabet hukuku uygulaması bakımından da, YSFB amacı itibarıyla rekabet karşıtı bir davranış olarak nitelendirilse bile, bu davranışın var olup olmadığı ile ilgili Adalet Divanı’nın son dönemde Cartes Bancaire ve Budapest Bank kararları ile oluşturduğu çok daha yüksek bir standardın geçerli olacağını söyleyebiliriz. Özellikle baskı ve teşvik mekanizmalarının var olup olmadığının yanı sıra asıl alıcı gücü, pazar payı, talep esnekliği gibi iktisadi koşullara bakılması gerekli olacak.
Temennimiz bu kararda ortaya konan yaklaşımın hukuki belirliliği sağlayacak şekilde diğer kararlara da yansıması ve bunun doğal sonucu olarak Rekabet Kurulu’nun da aynı yönde istikrarlı kararlar oluşturması.